(Tempe, Arizona) (5 Nisan 2008)

26 Şubat 2008 Salı

...



Savaşları haklı ve haksız diye ayırt edip taraf tutmamızda bir gariplik var.

Mısır ve Hitit, Kartaca ve Roma uygarlıklarının savaşlarında kim haklı kim haksızdı diye soruyor muyuz?
Türkler Asya'dan Anadolu'ya gelip burada yaşayanların topraklarını işgal ettiklerinde haklı mıydılar? Eğer Türkler haklıydıysa, daha sonra aynı topraklara el koymak isteyen Haçlı Seferleri haksız mıydı? Ulusal kurtuluş savaşları haklıdır deniyorsa, Osmanlı'ya karşı Yunanlıların, Bulgarların ulusal kurtuluş savaşları haksız mıydı?

Hele Irak'ın yakın tarihi haklı haksız kavramlarımızın anlamsızlığının ibret verici bir örneği. Saddam'ın Kuveyt'e, Bush'un Irak'a saldırması haklı haksız mefhumlarıyla ele alınabilir mi? Irak'ta bugün yaşanan taraflaşma ve tarafların karşılıklı katliamları da bizleri taraf tutmaktan çok savaşların anlamsızlığı üzerine düşünmeye itiyor.

Haklı ve haksız savaş var mı?

Yoksa savaşların hepsi insana karşı olduğu için haksız mı?

(Gündüz Vassaf, 19/08/2007)

Genel


Laptopum sessiz sakin geçen birkaç aydan sonra tekrar anlamsız mavi ekranlar çıkarıp kapanmaya başladı geçen hafta. Format attıktan sonra bilgisayarın açılmasıyla mavi ekran vermesinin ne demek olduğunu bilen bilir. İnsan aklının türetebileceği küfürlerin sınırsız olması inanılmaz bir şey.

Güncel olmayan sürücü/BIOS ve virüsle birlikte en yaygın görüşlerden sonuncusunu ciddiye almaya karar verdim: Hatalı RAM! Ve başıma daha önce de bu sorunu açmış olabilecek eski RAM'i çıkarıp sonradan eklediğim RAM'i yalnız bıraktım. Ve laptopum 3 günden beri artık beraber yaşamayı öğrendiğim saçmalığını tekrarlamıyor.

Yukarıdaki fotoğraf, İTÜ'ye bilgisayar kakalamayı adet edinmiş YÖNSİSmail'e ithaf edilmiştir.

Ayrıca bir haftadır Kuzey Irak'ta onlarca "insanın" ölümüne sebep olan herkese...

Ayrıca ne olduğunu bilmediği davalar uğruna ölümüne savaşan, insanlar yetiştirenlere...

Ayrıca savaşı haklı gösterip üzerinden kişisel çıkar besleyen herkese...

Ayrıca barışı değil, savaşı körükleyen herkese...

24 Şubat 2008 Pazar

TEMBELLİK

Evet tembelim gerçekten de. Ya da her şeye zaman yaratamıyorum diyelim.


Geleli bir ay oldu tam, ve ben daha yeni yazdım Champaign nedir ne değildir yazımı. Yazacaklarımın yarısını da unutmuşumdur kesin :)

Hastasıyım tembel hayvanın da :)

Champaign - sonunda

Bu yazıyı okuyabiliyorsanız bilgisayar mavi ekranlarla cortlamamış demektir bunu yazdığım süre boyunca :)


En son devrilip uyuduğumu yazdım. Gece saat kaçta bilmiyorum kapım çaldı. Karşı komşum önce eski kiracıyı sordu. Elindeki meyve suyunun kapağını açamadığını, Will'in onun için açtığını söyledi. Ben de açtım verdim ve uykuma devam ettim. Bu arada tanıştık ama ertesi gün ne adını ne de yüzünü hatırlıyordum. Sonradan adının Eileen olduğunu öğrendim. He bi de evini su basan komşu bu işte.

Ertesi gün Martin Luther King Günü işte. Evi temizliyorum mutfak tuvalet pırıl pırıl oluyor. Yalnız elektrikler kesik, abone olmadım diye kestiler zannediyorum ki....

Champaign'de elektrikler kesilmiş. Bora'nın dediğine göre ilk kez böyle büyük bir kesinti yaşanıyormuş Champaign'de. Düztabanım sanki biraz.
Zaten geçen internetim de Pazartesi'den beri yoktu, Perşembe akşam geldi. Çünkü internet hizmetini veren Insight, bölgedeki hizmetlerini ComcasT'e devretmiş. Kullanıcı kayıtlarının taşınması sırasında aksilikler oluyormuş, o yüzden 4 gün boyunca evde internet bağlantım yoktu. Ondan sonra da bilgisayar sapıttı mavi ekranlarla boğuşuyorum. Var bende bişeyler.

Neyse, güzel memleket burası. Küçük, 120.000 nüfuslu iki yapışık şehir. Biri Urbana, biri Champaign. İki blok uzaklıkta olmasına rağmen Champaign'deki evimden Urbana'daki bölüme gidrken her gün şehirlerarası yol yapıyorum o yüzden :)

Bir diğer ilginç durum da buradaki bütün sokak ve caddelerin doğu-batı/kuzey-güney doğrultusunda olması. Neredeyse tüm yollar dik kesişiyor şehir merkezi ve kampüs bölgesinde. Düzenli memleket.

12 Şubat 2008 Salı

I Still Buy CDs...

Champaign' e gelmeden önce, Çiğdem'in de parmak bastığı konuya biraz değineyim:

Amerika Birleşik Devletleri'ne ayak bastıktan sonra, Chicago'da havaalanında satın aldığım ilk şey: CD!!!

Tamam... Aldım... Ama sor bi niye aldım.

İç hatlara girip Champaign uçağının olduğu kapıya giderken müzik ve elektronik dükkanına bir bakayım dedim ve indirimli nice price CDler arasında Queensryche - Revoltion Calling II gördüm. Almayayım mı? Aldım. Niye? Uçakta dinlerim diye.

Bu alışveriş aynı zamanda ABD'nin bana attığı ilk kazık olma özelliğine de sahiptir. 9.99 etiketli iki CD alınca doğal olarak çıkarıp 20 dolar verdim satıcıya ve hemen ardından öğrendim ki Amerika'da raflarda gördüğünüz fiyatlar KDV hariç fiyatlar. 1.5 dolar daha verip CDlerimi aldım ve yoluma devam ettim. Yolda yeni CDlerimi dinledim mi? Hayır tabii ki.


En son da geçen haftasonu Amazon'dan 14 CD sipariş ettim. Deep Purple, Rush ve Joe Bonamassa diskografisini tamamlayacağım burada. Sonrasında da büyük ihtimalle figürlere takarım kafayı. Mesela şunlara taktım bile:



Bunların Türkiye'ye nasıl ve nerde döneceğini ise şimdilik takmıyorum.

7 Şubat 2008 Perşembe

İstanbul-Chicago, Chicago-Champaign

Tarih: 20 Ocak Pazar.

Babam, Elif (kardeş) ve ben sabahın beşinde kalkıp, 6 gibi arabaya yüklenip, 6:15 gibi Çiğdem'i (CiT) alıp, 7 gibi havaalanına geldik. Hayvan gibi bir bavulum var. Tartıyoruz, 33.3 kg. İzin verilen: 32 kg. Bavulumu hafifletip sırt çantamı ağırlaştırarak bagajımı teslim ediyorum. Yolculuk başladı sanki...

Şöyle bir rota üzerinden gittik ve dünya gözüyle Manchester ve Grönland gördüm. Eriyor lan buzlar, her yer çatır çutur kırılmış. Kutup ayısı göremedim ama hiç. Bedevi de yok zaten.
Neyse... Özel hayat.

Kanada üzerinden ABD'ye inerken de petrol boru hatlarını gördüm, onlar da ayrıca çirkindi. Uçsuz bucaksız, karla kaplı arazi üzerinde etrafındaki karları eritmiş dümdüz çizgiler. Yazık lan.

(O kadar atıp tutuyorum da, bindiğim uçağın 8800 kilometre boyunca ne kadar benzin yaktığından haberim var mı acaba?)

Uslu bir yolculuktan sonra (3 şarap, 2 kahve) alçalmaya başladık, Michigan Gölü üzerinde Chicago'ya dönüp inişe geçtik. Bu arada gölün yüzeyi buz tabakasıyla kaplıydı ve çok güzel görünüyordu. Ama hiç fotoğrafı yok bu yukarıda saydıklarımın çünkü fotoğraf makinem sırt çantamın içerisinde tepedeki bagajdaydı. Yanımdakini kaldırıp da makineyi alamadım.

Kanada'daki boru hattıyla ilgili bir şey buldum interneyde ama:


(Kanada burası. Boru hattı için şeetmişler bütün ağaçları)

Pilotumuz uçağı edebiyle indirdikten sonra (ben uyumaya çalışırken girdiğimiz hava boşlukları için özür dilercesine...) şöyle bir anons yaptı ve beni Amerikan Rüyası'ndan uyandırdı: "Dışarıdaki hava sıcaklığı -22 derece santigraddır. Bizimle uçtuğunuz için teşekkür ederiz."

O an aklıma gelen tek şey, az ilerde ayağında sandalet gördüğüm adamın ne yapacağıydı. Bir bildiği vardı herhalde, kendisinden bir daha haber alamadım ne yazık ki.

Pasaport kontrolü düşündüğüm/beklediğim/duyduğum kadar sıkıntılı geçmedi. Asabi bir güvenlik teyzesi elime bir form tutuşturdu, öğrenci numarası vb. soruyordu, neresini niye dolduracağımı anlamadım. Diğer güvenlik görevlisi ise şirin sevimli bir kızdı. İşteki ilk günüymüş, sorumun cevabını bilmiyormuş. Bin defa özür dileyerek gidip asabi teyzeden öğrendi geldi onları doldurmama gerek olmadığını. İyi polis kötü polis burada en çok başvurulan yöntem galiba.

Bavul, pasaport, gümrük vb. işlerinin ardından iç hatlara geçtim ve uçuş kartımı alıp sonraki uçağımı beklemeye başladım. Hava boşluğunda bir saat uyumaya çalışmam sayılmazsa 18 saattir ayaktaydım.

Saat beşte göt kadar Champaign uçağına bindim (45-50 kişilik bir şey), yerleştim ve uçak piste doğru hareket etmeye başladı. 3 dakika olduğumuz yerde durduktan sonra pilot uçuş bilgisayarlarından birinin saçmaladığını ve riske girmek istemedikleri için körüğe tekrar yanaşacağımızı ve kısa bir bakımın ardından havalanacağımızı söyledi. 5 dakika sonra da hepimizi indirip bir sonraki uçakta 10, daha da sonrakinde 15 kişilik yer olduğunu, o uçaklarla gideceğimizi söyledi. İpnetor...

Sıra bana gelene kadar sonraki uçak dolduğu için saat 7 uçağına bilet verdiler. Akşam 7'de uçağa bindiğimde 22 saattir ayaktaydım.

Kısa bir uçuşun ardından Champaign'e indim ve Bora'yla Tanıl beni havaalanında karşıladılar. Bavulumu yüklenip 3 dandik fotoğrafını ve haritadaki yerini görerek kiraladığım evime bıraktık ve yemek yemeğe, oradan da ev alışverişine süpermarkete gittik. Tencere-tava, çatal-bıçak, havlu, nevresim takımı, yastık, çöp torbası, temizlik malzemesi, ketıl, french press gibi her evde olması gereken temel şeylere 300 dolar verdikten sonra tekrar eve geldim. Tuvalet, lavabo temizliği ve nevresimleri yerleştirmemin ardından sonunda yattığımda 28 saattir ayaktaydım. Ertesi gün (21 Ocak) Martin Luther King Günü olduğu için resmi tatildi ve inek gibi uyumak için çok güzel bir gündü. Matrin Luther King'i saygıyla anıyorum. O bir rüya görmüş. Ben o gece rüya gördüysem de hatırlamıyorum, çok fena uyumuşum.



Gelecek yazı: Come On Eileen, Açık Pencere, Champaign'deki ilk gün.

5 Şubat 2008 Salı

Yazarımız yazılarına kısa bir süreliğine ara vermiştir. (Ne yazdı ki zaten?)


Champaign tarihi günlerinden birini daha yaşarken...
Karşı komşusunun evini sel bastığı ve kendi evine de inceden su sızdığı için 3.5 atmakta olan Can kişisi eşyalarını duvardan uzaklaştırmak ve yerdeki ıvır zıvırını yüksek yerlere koymakla uğraştığından, bugün yazmayı planladığı yazısı suya düşmüştür. Yağmur dinip de kuruyunca yazacak.

3 Şubat 2008 Pazar

Benim de Blog'um oldu. Bu hızla iki yıl içinde Facebook'a da üye olurum ben.

Bunu daha önce yapacaktım aslında. İki hafta oldu Champaign'e geleli. İlk izlenimleri hemen buradan aktarmaktı amacım, ama tembel bir insan olduğum için şu kıçıkırık blogu açmak bile iki haftamı aldı.

O kadar da tembel değilim herhalde ki yazacağım şeylerle ilgili notlar almıştım. İlk fırsatta Champaign'le ilgili ilk izlenimlerimden başlayarak yazmaya başlayacağım buraya.